İktidarın elinde sadece jingoizm* ve sopa kaldı


S.Asuman Demir!
Foti Benlisoy: Siyasal iktidarın sahip olanlarla olmayanları popüler-demokratik tınılı kapsayıcı bir hegemonik proje etrafında birleştirebildiği zamanlar geçti; elinde jingoizm ve sopa kaldı…
Türkiye 15 Temmuz’dan bu yana OHAL’in sürekli uzatıldığı KHK’larla yönetilen bir ülke haline geldi. Dahası içerideki bu yeniden yapılanma devam ederken Erdoğan iktidarı ‘yapılanma’ çalışmalarını sınırın dışına taşırarak Efrîn’e savaş açtı. Cephede her şey AKP iktidarının istediği gitmese de ülke içerisinde tüm muhalif sesler susturulmaya devam ediyor. Bu defa sadece AKP tabanı değil, toplumun büyük kesimi bu savaşa destek verirken kamplaşma keskinliğini koruyor.
Birçok analiste göre AKP, Efrîn’i iç siyaset malzemesi olarak görüyor. Yani cephede kazanımla o kadar çok ilgilenmiyor. Yazar Foti Benlisoy’a göre de Erdoğan, ‘tek adam’ olma yolunda içeriyi yeniden dizayn etmek peşinde ve savaşı “Devlet içi hizipleri “reis” etrafında derlemek, iktidar cenahında bir konsolidasyonu mümkün kılmak, muhalefeti “majestelerinin muhalefeti” pozisyonuna sıkıştırmak için bu askeri girişim elverişli bir zemin sunmaktadır. Tam da bu nedenle hedeflenenin, genel anlamda milli birlik ve bütünlükten ziyade, her türden çatlak sesi milli birlik ve bütünlük sopasıyla “terbiye edecek” bir siyasal ortam yaratmak” için kullanıyor.
Fakat Benlisoy öncelikle şu anki sistemi doğru tanımlamak ve tespit etmek gerektiğini vurguluyor. Foti Benlisoy’a göre sistem ‘faşist’ değil ‘Bonapartist’ bir karakter taşıyor bu yüzden buna karşı strateji belirlemek gerek.
15 Temmuz’dan bu yana artık KHK’larla resmileşen öncesinde de otoriterleşmenin ciddi anlamda hissedildiği bir yönetim söz konusu. Bu dönem tarif edilirken sıkça ‘faşizm’ tanımı kullanılsa da siz ‘Bonapartizm’ diyorsunuz buna. Öncelikle bunun nedeni nedir?
Türkiye’de sosyalist hareketin önemli bir bölümünün bir tür “pan-faşizm” arazıyla malul olduğunu söylemek mümkün. Öyle görünüyor ki Türkiye’de birkaç yılda bir faşist bir rejim tesis ediliyor, sonra her nasılsa bu faşist rejim kendiliğinden bir biçimde çözülüveriyor. 12 Mart faşizminden Milli Cephe faşizmine, oradan da 12 Eylül faşizmine, 90’lı yıllarda “milliyetçiliğin kara baharındaki” faşizme, orada da yerinde duramayıp AKP faşizmine ilerliyoruz. Faşizm pinpon topu misali bir geliyor bir gidiyor. Bonapartizm ise bizde aynı ilgi ve popülerliğe mazhar olabilmiş değil. O daha çok bir “analiz şıklığı” yahut malumatfuruşluk olarak görülüyor.
Neden?
Aslında söz konusu olan, benzer özellikleri olsa da birbirinden kapsam ve içerik olarak ciddi farklara sahip, en önemlisi de sınıfsal ve sosyal güç dengelerinde birbirinden apayrı iki somut konjonktüre tekabül eden iki olağanüstü devlet biçimi. Biraz açmak yararlı olabilir: Faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir bunalımının ifadesidir. Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının sermaye lehine (onun “tekelci” fraksiyonunun önderliğinde) şiddetle dönüştürülmesi anlamını taşır. Faşizmin sosyal işlevi kabaca budur. Bu arada işçi sınıfının “gücü” demişken vurgulamak gerek: Faşizm bir iktisadi buhranın “otomatik” sonucu değildir. İşçi hareketinin ve aşağıdakilerin sosyal-siyasal hareketliliğinin de belli bir seviyede olması, mevcut siyasal rejimin hareket kabiliyetini daraltan, onu zorlayan bir düzeyde olması da denklemin bir parçasıdır. Faşizm en genel manada, alt sınıfların bir önceki dönemde akamete uğramış bir atılım sonucunda elde etmiş olduğu kazanımların, kitle hareketi olarak örgütlenmiş terör yoluyla sermaye lehine sökülüp atılmasını gündeme getirir.
Burada önemli bir husus daha var: Faşizmi “geleneksel” sağ kanat siyasal akım varyantlarından ayıran, onun muarızlarını şiddet ve terör yoluyla sindirerek iktidara gelmeye çalışan parlamento dışı bir kitle hareketi olmasıdır. Faşizmin reaksiyoner bir kitle hareketi oluşu, yani aşağıdan gelişen ve sınıf hareketini hedefleyen bir kitle terörizmi biçimi olması, onun tanımlayıcı bir özelliğidir. Faşizm basitçe siyasal reaksiyon biçimlerinden biri değildir. O “istisnai” bir formdur ve başka sağ kanat siyasal akımların sahip olmadığı bir güçle donanmıştır: Sözde devrimci ya da sistem karşıtı bir jargon kullanan radikal bir kitle hareketinin oluşturduğu siyasal ve sosyal güç.
Nasıl yani?
Aşağıdan gelişen kitlesel bir terör mekanizmasını seferber edilmesi, faşist şiddeti karakterize eder ve bir kez iktidara geldiğinde faşizmin baskı aygıtının “geleneksel” metotlardan çok daha etkili ve bütünsel olmasına yol açar.
Bütün bu nitelikleri akılda tutulduğunda, Türkiye’deki rejimi faşist olarak tanımlamak yanlış olur. Karşımızda iktisadi kriz koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının gücünün kırılması ve böylece de sermaye birikimi koşullarının büyük sermaye lehine şiddetle dönüştürülmesi girişimi yok. İşçi sınıfının bir önceki dönemde yürüttüğü ama akamete uğramış ciddi mücadelelerin bakiyesi olan ve ancak zor yoluyla, üstelik bir kitle hareketinin topyekûn zoruyla dağıtılabilecek mevzileri de yok. Açıkçası günümüzde revaçta olan faşizm tespitleri, (istisnalar baki olmak kaydıyla) faşizmi “saf” siyasal bir görüngü olarak değerlendirmekle, yani “ayakları havada olmakla” malul. Sermaye birikim süreçleri ve sınıfsal güç dengeleriyle bağı kurulmamış bir faşizm tartışmasıyla karşı karşıyayız.
Bonapartizm bu anlamda daha çok mu karşılıyor sistemi?
Marksist yazında Bonapartizm, en genel anlamda, tek bir kişinin idaresi altındaki yürütmenin devletin diğer bölümleri ve tüm toplum üzerinde diktatoryal bir güç kazandığı, devletin temel toplumsal sınıflar karşısında özerkleştiği rejimi ifade etmek için kullanılır. Bonapartizm, kapitalist toplumda hâkim sınıfın hâkimiyetini anayasal ve parlamenter yollarla sürdüremediği, ancak işçi sınıfının da kendi hegemonyasını dayatamadığı bir durumun ürünüdür. Marx’ın belirttiği üzere Bonapartizm, “burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini çoktan yitirmiş –ve işçi sınıfının henüz elde etmemiş- bulunduğu bir dönemde, tek olanaklı hükümet biçimi”dir. Bu tanımdan hareket edersek, bizde “alaturka Bonapartizmi” olanaklı kılan, hâkim sınıfın olduğu kadar tabi sınıfların da Gramsci’nin bir deyimiyle, “kendi kampları içerisinde bir yeniden inşa iradesine özerk ifade kazandırmaya muktedir olmamaları”dır. Bir yandan hâkim sınıfın birlik ve bütünlüğünün sağlanamaması, tabi gruplar üzerinde istikrarlı ve sürekli bir hegemonyanın kurulamaması, diğer yandansa alt sınıfların siyasal ve sosyal planda dağınık ve etkisizleşmiş olması manasında sınıf mücadelesinde bir “göreli dengelenme” durumu söz konusu. Bir başka deyişle, temel toplumsal sınıfların dermansızlık ve dağınıklığı, alternatif bir hegemonik projeyi gündeme getirecek siyasal kapasiteye sahip olmayışı, Bonapartist seçeneğin önünü açmaktadır. Sermaye sınıfının “geleneksel” sayılabilecek siyasal temsil kurum ve mekanizmalarının krizi, toplumu kendi etrafında bütünleştirecek başarılı hegemonik projeler ortaya koyamaması ve devlet katında iyice görünür olan iç fraksiyonlaşması; devlet ve toplumun ancak yürütmenin “aşırı” özerkleşmesi-güçlenmesi formülüyle bir arada tutulabilmesine yol açmakta. Devletin birlik ve bütünlüğünün reisin bedeninde, yani lider aracılığıyla ve liderin önderliğinde sağlanması girişimi böyle bir sınıfsal bağlamda gündeme geliyor.
Bu sınıfsal mahiyetine karşın söz konusu kriz, devletin mimarisinde neden olduğu çatlaklar ve esas itibariyle bir kurumlar bunalımı görünümü edinmekte, devletin kurumsal mimarisinin radikal bir biçimde dönüştürülmesi ihtimalini de beraberinde getirmektedir. Söz konusu kurumlar bunalımına Bonapartist yanıt, devletin birlik ve bütünlüğünün, ancak liderin bir “mutlak hakem” konumu edinerek iktidar bloğuna dâhil edilen sınıf ve fraksiyonların iktisadi ve siyasi güç kaynaklarına erişme koşullarını yukarıdan aşağıya belirlemesiyle temin edilebileceğidir. Bunun mantıki sonucu, devletin kurumsal mimarisinin yeniden organize edilmesi, yeni bir devlet sisteminin oluşturulmasıdır.
Peki, bu iki olağanüstü devlet biçimini bu şekilde tanımlayarak ayrıştırmanın siyasal anlamı ne? Rejimin ne karakter taşıdığını bu tanımlamalara dayanarak tarif etmenin ne gibi bir işlevi olabilir?
Söz konusu olan kesinlikle kitabi bir tartışma değil. Burada bizler için önemli olan, teorik bir kavramsal kesinlik tartışmasından ziyade siyasal strateji ve taktikler meselesidir. Şekillenmekte olan rejimi faşist olarak nitelersek başka, Bonapartist karakterde diye tanımlarsak başka stratejik-politik çıkarsamalar yapmamız gerekecek. Faşizm tespiti genelde hâkim sınıfın “demokratik” kesimlerini de içeren, dolayısıyla sınıfsal muhtevası muğlak bir büyük antifaşist cephenin, bir “pan-demokrasi” cephesinin gerekçesi olarak öne sürülebilir. Bu seçenek, sosyalist hareketin siyasal gelenek ve birikimindeki kimi arazlar dolayısıyla, bizde sık sık gündeme geliyor. Yine faşizm tespiti, kimilerini, rejimin gücünün esas itibariyle onun askeri (paramiliter) ve baskıcı karakterinde olduğu tespitinden hareketle, kitle mücadelelerini ikame edecek spektaküler eylemler arayışına sevk edebilir. Şunu da unutmayalım, faşist bir rejimin şekillenmekte olduğuna dair tespit, içkin olarak alt sınıfların ve onların örgütlü güçlerinin geri döndürülemez ve topyekûn bir yenilgiyle karşı karşıya olduğu anlamına gelir.
Ya Bonapartizm?
Bonapartizm tespiti, şekillenmekte olan rejimin kırılgan bir sınıfsal/sosyal güçler dengesinin ürünü olduğu, bu sosyal denge yukarıdan ya da aşağıdan dağılırsa Bonapartist girişimin de akamete uğratılacağını ima eder. Yani bir topyekûn yenilgi söz konusu değildir. Devletin temel toplumsal sınıflar karşısında özerkleşmesi ve güçlenmesi, genel olarak toplumda, daha spesifik olarak alt sınıflarda bir yeniden siyasallaşma ve güçlenmeyle telafi edilebilir. Bonapartçılığın kırılgan dengesine dair hipotez, mevcut durumun ancak birbirine alternatif iki sınıf stratejisiyle ekarte edilebileceğini ima eder. Bonapartist denge ya “yukarıdan”, yani hâkim sınıfların Bonapartçı girişime muhalif kesimlerinin öncülüğünde bir siyasal alternatif yaratmasıyla ihlal edilebilir ya da “aşağıdan”, yani alt sınıfların mevcut kararsız dengeyi sarsacak kolektif bir siyasallaşmasıyla. Dolayısıyla Bonapartizme dair tespit, genel geçer demokrasi cephelerinden ziyade esas olanın alt sınıfların muktedirleşmesini esas alan, sınıfsal içeriği açık bir stratejik yönelimi ima eder.
Bu süreçte baskı mekanizması sıkı bir şekilde işlerken gündem de sık sık değişiyor. Ekonomik krizin iyiden hissedilmeye başladığı bir dönemde birden ülke savaşa girdi. Erdoğan’ın tek adam olmak istediği artık aşikâr peki bunu sağlamaya çalışırken; dışarıda ve içerideki dengelerin iyiden iyiye sarsılması ya da karmaşık hale gelmesi bu rejimi ne oranda besler veyahut destekler?
Biraz önce belirttiğim gibi, ancak temel toplumsal sınıfların atalet ve dağınıklığının yarattığı spesifik bir sosyal-sınıfsal güçler dengesinin ürünü olan yerli Bonapartist girişimin sağlam temelleri yoktur. Bu nedenle bir türlü istikrar kazanamayan yeni rejimin, toplumun tamamını sürekli olarak türbülansa sokması adeta tabiatı icabıdır. “İstikrarsızlıkta istikrar” bir yönetme tekniği hale gelmiştir. Toplumun tehdit altında, düşmanlarla kuşatılmış olduğuna dair beka kaygısı, bir “kurtarıcının” gerekli olduğunu hatırlatmak üzere mütemadiyen kışkırtılmaktadır. Milliyetçi hezeyana yol veren ajitasyonun hedefi, “kurtarıcıya” olan ihtiyacı hatırlatmaktır. İki savaş arası dönemin Alman komünist önderlerinden August Thalheimer, Bonapartizmin topluma “düzen ve güvenlik” sözü verdiğini, ancak toplumun “kurtarıcısı” olarak vazgeçilmezliğini ispat etmek için de devamlı olarak kaygı ve güvenliksizlik hissi yarattığını, topluma sürekli tehdit altında olduğunu göstermesi gerektiğini belirtir. İstikrarsızlık bu nedenle gereklidir. Dışarıdaki dengelere gelince… Açıkçası uluslararası sistemdeki hegemonya bunalımın yarattığı istikrarsızlık, iktidarın manevra sahasını genişleten bir rol oynuyor. Uluslararası sistemin öngörülemez tektonik kaymaları mümkün kılabilecek şekilde kırılganlaşması, Türkiye’de siyasal liderliğin “özerkleşme” istidadını pekiştirerek önceden tahmin edilemeyecek ihtimalleri ister istemez gündeme getiriyor.
Son dönem Efrîn’e karşı başlatılan savaş bugün içeride tam olarak neye hizmet etmektedir? Efrîn’e karşı operasyon başlatıldığında ‘tek yürek’ olma çağrıları ve neredeyse toplumun her kesiminden savaşa destek mesajları yağdı. Bu Erdoğan’ın istediği şey miydi?
Türkiye’de iktidar blokunun yeniden örgütlenmesinde, muhalefetin hizaya çekilmesinde, ordunun bütünlüğünün sağlanarak kontrol altında tutulmasında “Kürt koridoru” tabiriyle anılan jeostratejik kaygının kışkırttığı şoven seferberlik, kilit bir rol oynadı, oynamaya devam ediyor. Son askeri harekâtın içerideki hedeflerini de aynı doğrultuda ele almak gerekiyor. Devlet içi hizipleri “reis” etrafında derlemek, iktidar cenahında bir konsolidasyonu mümkün kılmak, muhalefeti “majestelerinin muhalefeti” pozisyonuna sıkıştırmak için bu askeri girişim elverişli bir zemin sunmaktadır. Tam da bu nedenle hedeflenenin, genel anlamda milli birlik ve bütünlükten ziyade, her türden çatlak sesi milli birlik ve bütünlük sopasıyla “terbiye edecek” bir siyasal ortam yaratmak olduğu söylenebilir.
Efrîn savaşına karşı milli hassasiyetler artmışken büyük metal grevi de yasaklandı. Milli çıkarları tehlikeye düşürdüğü açıklandı. Tabii orada sözleşme sağlandı. Dediğiniz gibi tüm çatlak seslere bir saldırı var ama bir kazanım da çıkmış gibi…
Metal grevinin yasaklanmasının hemen ardından işverenin metal işçilerinin kararlılığı karşısında geri adım atması kritik bir gelişme. İşçilerin grev yasağını açıkça karşılarına alarak eksiğiyle gediğiyle de olsa kazanımlar elde etmesi, siyasal iktidarın ilerideki grev yasaklama girişimlerini de zora sokabilecek bir sembolik başarıdır. OHAL rejiminde dikkate alınması gereken bir çatlak açılmıştır. Bu, işçi hareketine özgüven sağlayacak, sendika bürokrasilerinin OHAL ve grev yasaklarını ataletin bir mazereti haline getirmelerine mani olabilecek bir başarı. İşverenin (muhtemelen iktidardan gelen bir tavsiyeyle) geri adım atması, siyasal iktidarın böyle büyük ve potansiyel olarak bir simge halini alabilecek emekçi mücadelelerinden çekindiğinin de bir işareti. Bonapartizmin hassas bir sosyal/sınıfsal dengenin ürünü olduğunu ifade etmiştim. İşte bu tür kısmi mevzi başarıların devamının gelmesi, o kırılgan dengeye aşağıdan bir çomak sokabilir, alaturka Bonapartizmin sınıfla imtihanının koşullarını yaratabilir.
Öte yandan AKP’nin 15 yıllık iktidarı boyunca örneğin kendini yakan işçi tablosu medyaya yansımadı. 2001 krizinden AKP iktidarına geçiş sürecinde bu tip haberlere alışkın bir ülkeydi burası. Hemen ardından savaş gündeme oturdu ama bu haberlere bir yenisi daha eklendi. Savaş ve ekonomik dar boğaz arasında rejim nasıl bir denge kuruyor ya da kuracak sizce?
Troçki savaşın yarattığı seferberliği, sosyal ve sınıfsal çatışmaların sonuçlarını bir dönem için tehir eden bir siyasal moratoryuma benzetir. Bu geçici bir dönemdir ve onun deyişiyle “senetler protesto olmuştur ama gene de muhakkak ödenmeleri gerekecektir.” İşte meclis önünde kendini yakan ya da İŞKUR önünde çıplak protesto gerçekleştiren işçiler, Erdoğan kürsüde operasyonu anlatırken onunla alenen münakaşaya girişen taşeron işçileri, o ödenmemiş senetlerin alametidir. Metal grevinin yasaklanmışken kazanımla taçlanması, moratoryumun süresinin öyle pek de uzun olmayabileceğinin işaretidir. Unutmayalım: Siyasal iktidarın sahip olanlarla olmayanları popüler-demokratik tınılı kapsayıcı bir hegemonik proje etrafında birleştirebildiği zamanlar geçti; elinde jingoizm ve sopa kaldı…
Arap Baharını başlatan Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendini yakması oldu. Belki Türkiye’de şu an için böylesi bir kitlesel homurdanma olmasa da İran’da -ki o da Ortadoğu’da savaşın baş aktörlerinden- ekonomik temelli ayaklanmalar oldu. Ekonomik çıkmaz, otoriterleşme ve savaş bunlar toplumsal değişim için bir eşik olabilir mi sizce?
Cevabı zor bir soru. Bir yandan iktidarın savunma sanayini “millileştirme” yönündeki adımları çeşitli sermaye kesimlerinin iştahını açan, onları iktidar etrafında toplayan bir rol oynuyor. Dahası savaşın yol açtığı milli birlik atmosferi, az önce de değindiğim gibi, sınıfsal ve siyasal gerilimleri paranteze alan, iktidar lehine milliyetçi bir seferberliği sağlayan bir konsolidasyona olanak sağlıyor. Yani militer politikaların iktidar açısından “yukarıda” da “aşağıda” da karşılığı var. Ancak öte yandan bu tür politikaların süreklileşmesi, bir devletin uluslararası sistemde tutmaya çalıştığı konumla onun reel ekonomik ve siyasal kapasitesi arasındaki açıyı da büyütebiliyor. İran’da son protestolarda söz konusu olan buydu. Uluslararası alanda giderek daha atak ve iştahlı bir pozisyon takınan İran’ın içerideki siyasal ve toplumsal dengelerinin ne ölçüde kaygan olduğunu ortaya koyan protestolardı bunlar. Hariçte tutulmaya çalışılan askeri-diplomatik pozisyonla dâhildeki ekonomik ve sosyal gerçeklik arasındaki açının genişlemesi, büyük sosyal patlamalara kapı aralayan bir faktör olmuştur daima. Rus devrimi bunun bilinen en iyi örneğidir. Toplumsal, ekonomik ve idari kapasitesiyle orantısız bir emperyal güç konumu işgal etmeyen Çarlık Rusyası, önce 1905’te, sonra nihai olarak 1917’de bu dengesizliğin kurbanı olmuştur. Neticede Ortadoğu coğrafyasını teslim alan savaşlar, Arap ayaklanmalarının işaret ettiği büyük sosyal ve siyasal çelişkileri ortadan kaldıramamış, ancak “ertelemiş” ve daha da akut hale getirmiştir. İran ve Tunus’ta geçen ay tanık olduğumuz toplumsal kalkışmalar, bu coğrafyadaki sosyal türbülansın nihayete ermekten çok uzak olduğunu gösterdi.
  • jingoizmSavaş zamanında, aşırı milliyetçi duyguları ifade eden, saldırgan, popülist söylemler için kullanılan bir kavram.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MİT yöneticileri itiraf etti: İşte MİT’in gazetecileri

Dünyayı değiştiren 17 kadın bilim insanı

Komalên Jinên Ciwan ve Komalên Ciwan, Nurhak Boran'ı andı